E-ISSN: 1308-5263
Turk J Hematol: 35 (1)
Volume: 35  Issue: 1 - 2018
Hide Abstracts | << Back
REVIEW
1.Invasive Fungal Infections in Patients with Hematological Malignancies: Emergence of Resistant Pathogens and New Antifungal Therapies
Maria N. Gamaletsou, Thomas J. Walsh, Nikolaos V. Sipsas
doi: 10.4274/tjh.2018.0007  Pages 1 - 11
İlaca dirençli organizmaların neden olduğu invaziv mantar enfeksiyonları, ağır immün baskılanma altındaki hematolojik kanserli hastalar için bir tehdittir. Profilaktik, ampirik ve önleyici tedaviler gibi güncel anti-fungal tedavi yaklaşımları, direnç gelişiminde büyük bir itici güç olan anti-fungal ajanlara uzun süreli maruz kalma ile sonuçlanmaktadır. Santral venöz kateterlerin uzun süreli kullanımı, bazı anti-fungal ajanların doğrusal olmayan farmakokinetiği, nötropeni, yoğun immün baskılamanın farklı formları ve ilaç toksisitesi direnç gelişimine katkıda bulunan diğer faktörlerdir. Benzer kimyasal yapılara ve etki mekanizmalarına sahip, tarımsal ve endüstriyel fungisitlerin yaygın kullanımı, dört kıtadan bildirilen bazı ilaca dirençli mantarlar, özellikle azole dayanıklı Aspergillus türleri için çevresel kaynakların gelişmesine neden olmaktadır. Dirençli suşların çoğunda bulunan TR34 / L98H mutasyonu, direncin çevresel kaynaklı olduğunu düşündürmektedir. Candida auris gibi doğal dirençli yeni fungal patojenlerin ortaya çıkması, yeni bir halk sağlığı tehdididir. Anti-fungal ilaç direncinin en yaygın mekanizması, hücre içi ilaç konsantrasyonlarını azaltan hücre dışına atım pompalarının uyarılmasıdır. Diğer direnç mekanizmaları arasında ilaç hedefinin aşırı ekspresyonu, tükenmesi ya da değişmesi bulunmaktadır. ERG11 genindeki mutasyonlar, antif-fungal triazollerin etkinliğini azaltarak C-demetilazın protein yapısını değiştirir. Candida türleri, FKS genlerindeki mutasyonlarla ekinokandine dirençli hale gelir. Candida epidemiyolojisinde dirençli albicans-dışı Candida spp. hematolojik kanseri olan hastalarda ön plana çıkmaktadır. Bu popülasyondaki hasta grubunda artmış minimum inhibitör konsantrasyonlarla tanımlanan anti-fungal direnç ile klinik sonuçlar arasında kesin bir ilişki yoktur. Moleküler yöntemlerin kullanımı ile dirence neden olan genlerin veya mutasyonların saptanması, bazı olgularda daha iyi klinik ön görü sağlayabilir. Dirençli fungal enfeksiyonlara yönelik tedavi seçenekleri sınırlıdır ve yeni mekanizmalara sahip ilaçlara ihtiyaç duyulmaktadır. Anti-fungal idame programlarıyla direncin önlenmesi büyük önem taşır.
Invasive fungal infections caused by drug-resistant organisms are an emerging threat to heavily immunosuppressed patients with hematological malignancies. Modern early antifungal treatment strategies, such as prophylaxis and empirical and preemptive therapy, result in long-term exposure to antifungal agents, which is a major driving force for the development of resistance. The extended use of central venous catheters, the nonlinear pharmacokinetics of certain antifungal agents, neutropenia, other forms of intense immunosuppression, and drug toxicities are other contributing factors. The widespread use of agricultural and industrial fungicides with similar chemical structures and mechanisms of action has resulted in the development of environmental reservoirs for some drug-resistant fungi, especially azole-resistant Aspergillus species, which have been reported from four continents. The majority of resistant strains have the mutation TR34/L98H, a finding suggesting that the source of resistance is the environment. The global emergence of new fungal pathogens with inherent resistance, such as Candida auris, is a new public health threat. The most common mechanism of antifungal drug resistance is the induction of efflux pumps, which decrease intracellular drug concentrations. Overexpression, depletion, and alteration of the drug target are other mechanisms of resistance. Mutations in the ERG11 gene alter the protein structure of C-demethylase, reducing the efficacy of antifungal triazoles. Candida species become echinocandin-resistant by mutations in FKS genes. A shift in the epidemiology of Candida towards resistant non-albicans Candida spp. has emerged among patients with hematological malignancies. There is no definite association between antifungal resistance, as defined by elevated minimum inhibitory concentrations, and clinical outcomes in this population. Detection of genes or mutations conferring resistance with the use of molecular methods may offer better predictive values in certain cases. Treatment options for resistant fungal infections are limited and new drugs with novel mechanisms of actions are needed. Prevention of resistance through antifungal stewardship programs is of paramount importance.

RESEARCH ARTICLE
2.A National Registry of Thalassemia in Turkey: Demographic and Disease Characteristics of Patients, Achievements, and Challenges in Prevention
Yeşim Aydınok, Yeşim Oymak, Berna Atabay, Gönül Aydoğan, Akif Yeşilipek, Selma Ünal, Yurdanur Kılınç, Banu Oflaz, Mehmet Akın, Canan Vergin, Melike Sezgin Evrim, Ümran Çalışkan, Şule Ünal, Ali Bay, Elif Kazancı, Talia İleri, Didem Atay, Türkan Patıroğlu, Selda Kahraman, Murat Söker, Mediha Akcan, Aydan Akdeniz, Mustafa Büyükavcı, Güçhan Alanoğlu, Özcan Bör, Nur Soyer, Nihal Özdemir Karadaş, Ezgi Uysalol, Meral Türker, Arzu Akçay, Süheyla Ocak, Adalet Meral Güneş, Hüseyin Tokgöz, Elif Ünal, Naci Tiftik, Zeynep Karakaş
doi: 10.4274/tjh.2017.0039  Pages 12 - 18
Amaç: Türk Pediatrik Hematoloji Derneği, Türkiye’de 10 yıldır devam eden Hemoglobinopati Kontrol Programı’nın (HCP) etkinliğini değerlendirmek ve hemoglobinopati hastalarının demografik ve hastalık özelliklerini ortaya koymak üzere bir Ulusal Hemoglobinopati Kayıt Programı oluşturdu.
Gereç ve Yöntem: Toplam 27 talasemi merkezinden 2046 hasta kaydedildi ve bunların 1988’i analize uygun bulundu. Kayıtların çoğunluğunu β-talasemi majör (n=1658, %83,4) ve intermedia (n=215, %10,8) olguları oluşturdu.
Bulgular: Hastaların büyük çoğunluğu kıyı bölgelerde bulunuyordu. Güneydoğu Anadolu’da yüksek hasta sayısına, bu bölgede en yüksek görülen akraba evliliği ve yüksek doğum oranının etkisi olabilirdi. En sık 11 talasemi mutasyonu, tüm β-talasemi allellerinin %90’ını oluşturuyordu ve bunların %47’si IVS1-110(G->A) mutasyonu idi. Yaşamın ilk 10 yılında splenektomi olasılığı %20 idi ve bu oran 1980’lerden beri değişmemişti. Demir şelasyonu hastaların %95’inde monoterapi olarak uygulanmaktaydı ve %81,3’ünü deferasiroks oluşturuyordu. Deferasiroks uygulaması en yüksek (%93,6) 10 yaştan küçük hastalarda bulundu. Talasemi majör olgularının %5,8’i hemopoetik kök hücre nakli olmuştu ve başarı oranı %77 idi. Kardiyak hastalık ölümlerin majör nedeni idi ve beşer yıllık kohortlarda, 1999’dan beri azalma eğilimi göstermiyordu.
Sonuç: HCP 2003 yılından beri uygulanmakla beraber, yeni hastaların doğumu ancak 2009’dan itibaren azalma eğilimi gösteriyordu ve en düşük yılda 34 yeni hasta saptandı. Program başarısızlığı, çiftlerin çoğunda, evlilik öncesi tarama yapılmamasından kaynaklanmaktaydı. Bir kısmında ise riskin farkında olunmaması ve çiftlerin hatalı bilgilendirilmesi nedenliydi. Sonuç olarak, risk ailelerine prenatal tanı önerilmemesi veya prenatal tanının reddi diğer nedenleri oluşturuyordu. Bu çalışma, Türkiye’de talasemi tedavisinin optimizasyonu için çabanın sürdürülmesine ve HCP’nin daha yüksek başarısı için gelişen stratejilere gereksinim olduğunu gösterdi.
Objective: The Turkish Society of Pediatric Hematology set up a National Hemoglobinopathy Registry to demonstrate the demographic and disease characteristics of patients and assess the efficacy of a hemoglobinopathy control program (HCP) over 10 years in Turkey.
Materials and Methods: A total of 2046 patients from 27 thalassemia centers were registered, of which 1988 were eligible for analysis. This cohort mainly comprised patients with β-thalassemia major (n=1658, 83.4%) and intermedia (n=215, 10.8%).
Results: The majority of patients were from the coastal areas of Turkey. The high number of patients in Southeastern Anatolia was due to that area having the highest rates of consanguineous marriage and fertility. The most common 11 mutations represented 90% of all β-thalassemia alleles and 47% of those were IVS1-110(G->A) mutations. The probability of undergoing splenectomy within the first 10 years of life was 20%, a rate unchanged since the 1980s. Iron chelators were administered as monotherapy regimens in 95% of patients and deferasirox was prescribed in 81.3% of those cases. Deferasirox administration was the highest (93.6%) in patients aged <10 years. Of the thalassemia major patients, 5.8% had match-related hemopoietic stem cell transplantation with a success rate of 77%. Cardiac disease was detected as a major cause of death and did not show a decreasing trend in 5-year cohorts since 1999.
Conclusion: While the HCP has been implemented since 2003, the affected births have shown a consistent decrease only after 2009, being at lowest 34 cases per year. This program failure resulted from a lack of premarital screening in the majority of cases. Additional problems were unawareness of the risk and misinformation of the at-risk couples. In addition, prenatal diagnosis was either not offered to or was not accepted by the at-risk families. This study indicated that a continuous effort is needed for optimizing the management of thalassemia and the development of strategies is essential for further achievements in the HCP in Turkey.

3.Biological Features of Bone Marrow Mesenchymal Stromal Cells in Childhood Acute Lymphoblastic Leukemia
Stella Genitsari, Eftichia Stiakaki, Chryssoula Perdikogianni, Georgia Martimianaki, Iordanis Pelagiadis, Margarita Pesmatzoglou, Maria Kalmanti, Helen Dimitriou
doi: 10.4274/tjh.2017.0209  Pages 19 - 26
Amaç: Mezenkimal stroma hücreleri (MSH) hematopoezde destek rolü oynar, kemik iliği (Kİ) mikroçevresinin parçası olduklarından akut lenfoblastik lösemide (ALL) değişikliğe uğrayabilir ve kemoterapötik ajanlardan etkilenebilirler. Bu çalışmada, ALL’de tanı anında ve tedavide MSH’lerin biyolojik ve fonksiyonel özellikleri ile bunların MSH’lerin niteliksel özellikleri üzerine olan etkilerini araştırdık.
Gereç ve Yöntem: İmmünofenotipik özellikler, klonalite değerlendirilmesi ve çoğalma kapasitesi ölçümleri yapıldı. Tanıda ve tedavinin değişik evrelerinde MSH süpernatanında apoptotik özellikler, hücre döngüsü analizi ve stromal hücre türevi factor-1α ile anjiyopoietin-1 düzeyleri değerlendirildi. Kemoterapi olarak BerlinFrankfurt-Munster-2000 protokolü uygulandı. Solid tümörü olan ve Kİ tutulumu bulunmayan hastaların Kİ örnekleri kontrol grubu olarak kullanıldı.
Bulgular: MSH’lerin morfoloji, immünofenotipik profil ve apoptotik özellikleri açısından lösemiden etkilenmediği görüldü. Hematopoetik hücrelerinin Kİ’de yer değiştirmesi üzerine etkisi olabilen faktörlerinin salınımının tanıda, tedavi evrelerine göre upregüle olduğu tespit edildi. MSH’ler hastalıktan klonalite ve çoğalma hızı gibi fonksiyonel özellikler kapsamında etkilenmekteydi. Bu etkiler tedavi başlanması ile duraklamaktaydı. Kemoterapinin incelenen MSH özelliklerinden hiçbiri üzerine bir etkisi olmadığı görüldü.
Sonuç: ALL’si olan çocuklardaki MSH’ler lösemik çevre ile ilişkilerden etkilenir, ancak bu fenomen tedavi başlanması ile duraklar ve bu çalışmada kemoterapinin bunun üzerine bir etkisi gözlenmemiştir.
Objective: Mesenchymal stromal cells (MSCs) have a supportive role in hematopoiesis and as components of the bone marrow (BM) microenvironment may present alterations during acute lymphoblastic leukemia (ALL) and be affected by chemotherapeutic agents. We examined the biological and functional characteristics of MSCs in ALL diagnosis and treatment and their effect on MSC qualitative properties.
Materials and Methods: Immunophenotypic characterization, evaluation of clonogenicity, and proliferative capacity were measured. Apoptotic features, cell-cycle analysis, and stromal cell-derived factor 1α and angiopoietin-1 levels in MSC supernatant at diagnosis and in different phases of treatment were assessed. Chemotherapy was administered according to the Berlin-Frankfurt-Munster-2000 protocol. BM samples from children with solid tumors without BM involvement were used as the control group.
Results: The morphology, the immunophenotypic profile, and the apoptotic characteristics of the MSCs were not affected by leukemia. The secretion of factors involved in the trafficking of hematopoietic cells in the BM seems to be upregulated at diagnosis in comparison to the treatment phases. MSCs are influenced by the disease in terms of their functional characteristics such as clonogenicity and proliferation rate. These effects cease as soon as treatment is initiated. Chemotherapy does not seem to exert any effect on any of the MSC features examined.
Conclusion: MSCs from children with ALL are affected by their interaction with the leukemic environment, but this phenomenon ceases upon treatment initiation, while no effect is observed by chemotherapy itself.

4.Juvenile Myelomonocytic Leukemia in Turkey: A Retrospective Analysis of Sixty-five Patients
Özlem Tüfekçi, Ülker Koçak, Zühre Kaya, İdil Yenicesu, Canan Albayrak, Davut Albayrak, Şebnem Yılmaz Bengoa, Türkan Patıroğlu, Musa Karakükçü, Ekrem Ünal, Elif Ünal İnce, Tali İleri, Mehmet Ertem, Tiraje Celkan, Gül Nihal Özdemir, Nazan Sarper, Dilek Kaçar, Neşe Yaralı, Namık Yaşar Özbek, Alphan Küpesiz, Tuba Karapınar, Canan Vergin, Ümran Çalışkan, Hüseyin Tokgöz, Melike Sezgin Evim, Birol Baytan, Adalet Meral Güneş, Deniz Yılmaz Karapınar, Serap Karaman, Vedat Uygun, Gülsun Karasu, Mehmet Akif Yeşilipek, Ahmet Koç, Erol Erduran, Berna Atabay, Haldun Öniz, Hale Ören
doi: 10.4274/tjh.2017.0021  Pages 27 - 34
Amaç: Türkiye’deki juvenil miyelomonositik lösemi (JMML) hastalarının durumunu, tanı zamanı, klinik özellikler, mutasyon çalışmaları, klinik gidiş ve tedavi stratejileri açısından ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntem: Ülkemizdeki pediatrik hematoloji ve onkoloji kliniklerinden veri istenerek, JMML tanısı ile takip ve tedavisi yapılan hastaların klinik ve laboratuvar bulguları geriye dönük olarak değerlendirildi.
Bulgular: On sekiz merkezden, 2002-2016 tarihleri arasında JMML tanısı alan toplam 65 hasta çalışmaya dahil edildi. Ortanca tanı yaşı 17 ay idi (2-117 ay). Splenomegali tanıda %92 hastada vardı. Ortanca lökosit, monosit ve trombosit sayıları sırasıyla 32,9x109/L, 5,4x109/L ve 58,3x109/L idi. Monozomi 7, %18 hastada saptanmıştı. JMML mutasyonları 32 hastada (%49) çalışılmış olup, en sık rastlanan mutasyon PTPN11 idi. Hematopoetik kök hücre nakli (HKHN) hastaların ancak %44’üne uygulanabilmiş olup, nakillerin büyük bir oranı 2012 yılından sonra yapılmıştı. Nakil yapılamamasının en sık nedeni uygun donör bulunamamasıydı. Tanı aldıktan nakile kadar geçen ortalama süre 9 ay (2-63 ay) olarak saptandı. Tüm hastalarda 5 yıllık kümülatif sağkalım oranı %33, ortanca tahmini yaşam süresi ise 30±17,4 ay (%95 CI: 0-64,1) olarak bulundu. Sağkalım süresi HKHN yapılan hastalarda anlamlı olarak daha uzundu (log-rank p=0,019). Tanıda 2 yaşın üstünde olmak, trombosit sayısının 40x109/L’nin altında saptanması ve PTPN11 mutasyon varlığı yaşam süresini anlamlı olarak kısaltan faktörler olarak bulundu.
Sonuç: Ülkemizde her ne kadar son dönemlerde JMML hastalarında kesin tanı ve HKHN açısından iyileşme kaydedilmiş olsa da genel sonuç tatminkar değildir ve bu konu ile ilgili daha fazla çaba göstermeye gerek vardır.
Objective: This study aimed to define the status of juvenile myelomonocytic leukemia (JMML) patients in Turkey in terms of time of diagnosis, clinical characteristics, mutational studies, clinical course, and treatment strategies.
Materials and Methods: Data including clinical and laboratory characteristics and treatment strategies of JMML patients were collected retrospectively from pediatric hematology-oncology centers in Turkey.
Results: Sixty-five children with JMML diagnosed between 2002 and 2016 in 18 institutions throughout Turkey were enrolled in the study. The median age at diagnosis was 17 months (min-max: 2-117 months). Splenomegaly was present in 92% of patients at the time of diagnosis. The median white blood cell, monocyte, and platelet counts were 32.9x109/L, 5.4x109/L, and 58.3x109/L, respectively. Monosomy 7 was present in 18% of patients. JMML mutational analysis was performed in 32 of 65 patients (49%) and PTPN11 was the most common mutation. Hematopoietic stem cell transplantation (HSCT) could only be performed in 28 patients (44%), the majority being after the year 2012. The most frequent reason for not performing HSCT was the inability to find a suitable donor. The median time from diagnosis to HSCT was 9 months (min-max: 2-63 months). The 5-year cumulative survival rate was 33% and median estimated survival time was 30±17.4 months (95% CI: 0-64.1) for all patients. Survival time was significantly better in the HSCT group (log-rank p=0.019). Older age at diagnosis (>2 years), platelet count of less than 40x109/L, and PTPN11 mutation were the factors significantly associated with shorter survival time.
Conclusion: Although there has recently been improvement in terms of definitive diagnosis and HSCT in JMML patients, the overall results are not satisfactory and it is necessary to put more effort into this issue in Turkey.

5.Transformation of Mycosis Fungoides/Sezary Syndrome: Clinical Characteristics and Prognosis
Seçil Vural, Bengü Nisa Akay, Ayşenur Botsali, Erden Atilla, Nehir Parlak, Aylin Okcu Heper, Hatice Şanlı
doi: 10.4274/tjh.2016.0502  Pages 35 - 41
Amaç: Transforme mikozis fungoides (T-MF) MF nadir görülen agresif seyirli bir alt tipidir. Bu çalışmada transformasyon gelişen MF/ Sezary sendromu (SS) hastalarının klinik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada tek bir referans merkezde 20002014 yılları arasında takip edilen MF/SS hastaları arasından T-MF geliştirenler retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Demografik, klinik ve laboratuvar veriler, immünfenotiplendirme, tedavi yanıtları, histopatolojik özellikler ve sağkalım analiz edilmiştir.
Bulgular: Takip edilen 254 MF hastası içerisinde 25 T-MF saptanarak (%10,2) çalışmaya dahil edilmiştir. Erkek kadın oranı 2,6/1’dir. MF tanısı ile T-MF tanısı arasında geçen sürenin medianı 32 ay olarak tespit edilmiştir (0-192). Dokuz hastada (%36) tanı anında transformasyon bulunmaktadır. İleri hastalık evresi ve yüksek serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyleri kötü prognoz ve tedavi yanıtı göstergesi olarak saptanmıştır. Tedaviye dirençli 18 ileri evre hastadan beşine allojenik hematopoetik kök hücre transplantasyonu (allo-HKHT) yapılmıştır. Bunlardan üçünde tam remisyon sağlanmıştır. İzlemde toplam 10 hasta hastalık progresyonu nedeniyle kaybedilmiştir. T-MF sonrası ortalama sağkalım 25,2±14,9 (2-56) aydır.
Sonuç: İleri hastalık evresi, yüksek LDH düzeyi, perifer kan T hücrelerde CD26 ve CD7 kaybı kötü prognoz belirteçlerindendir. Tedaviye dirençli nodül ve tümörler T-MF açısından şüphe uyandırmalıdır. T-MF’de sağkalım kısalmıştır. Bazı hastalarda birinci basamak tedavilere iyi yanıt alınabilmektedir. Ancak birinci basamak tedavilere yanıtsız hastalar genellikle ikinci ve üçüncü basamak tedavilere de direnç gösterebilmektedir. Allo-HKHT, T-MF hastalarında alternatif bir tedavi yöntemi olarak kullanılabilir.
Objective: Transformed mycosis fungoides (T-MF) is a rare variant of MF with an aggressive course. In this study, we aimed to describe characteristics of MF/Sezary syndrome (SS) patients with transformation.
Materials and Methods: Patients diagnosed with T-MF among MF/ SS patients between 2000 and 2014 in a tertiary single center were evaluated retrospectively. Demographic data, clinical data, laboratory data, immunophenotype features, response to treatment, survival, and histopathologic features were analyzed.
Results: Among 254 MF patients, 25 patients with T-MF were identified (10.2%) and included in the study. The male-to-female ratio was 2.6/1. The median time between MF diagnosis and transformation was 32 months (range: 0-192). Nine (36%) patients were diagnosed initially with T-MF. Advanced disease stage and high serum lactate dehydrogenase (LDH) levels were indicators of poor prognosis and treatment response. Five of the 18 patients with progressive disease had undergone allogeneic hematopoietic stem cell transplantation (allo-HSCT). Allo-HSCT resulted in complete remission in three (60%) patients. Ten (40%) patients died as a result of disease progression. Mean survival time was 25.2±14.9 (2-56) months after transformation.
Conclusion: Advanced stage, high serum LDH levels, and loss of CD26 and CD7 expression in the peripheral blood are poor rognostic factors in T-MF. Treatment-resistant tumors and nodules should be cautionary for T-MF. Patients with T-MF have a shortened survival. Some patients may respond to first-line treatments. However, the majority of patients who do not respond to first-line therapies also are unresponsive to second or third-line therapies. Allo-HSCT may be an alternative option in patients with T-MF.

6.The Effect of Bone Marrow Mesenchymal Stem Cells on the Granulocytic Differentiation of HL-60 Cells
Hossein Nikkhah, Elham Safarzadeh, Karim Shamsasenjan, Mehdi Yousefi, Parisa Lotfinejad, Mehdi Talebi, Mozhde Mohammadian, Farhoud Golafshan, Ali Akbar Movassaghpour
doi: 10.4274/tjh.2016.0498  Pages 42 - 48
Amaç: Mezankimal kök hücreler (MKH) birçok hücre tipine göre farklılaşabilen multipotent stromal hücrelerdir. Hematopoez sürecini düzenleyici sitokinler ve büyüme faktörleri salınımı ile ve hücreler arası etkileşim için önemli hücresel adezyon moleküllerinin ifadesi yoluyla kontrol ederler. Bu çalışma da kemik iliği (Kİ) kaynaklı MKH HL-60 hücrelerinin farklılaşması üzerine etkisini morfolojik değerlendirme, akım sitometri ve gen ifade analizi yöntemleriyle araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Kİ-MKH %10 fetal sığır serumu (FSS) içeren Dulbecco’nun modifiye Eagle ortamında kültür edildi. Üçüncü pasaj sonrası, Kİ-MKH 30 Gy ile ışınlandı. HL-60 hücrelerinin farklı şartlarda nasıl farklılaştığını karşılaştırmak için HL-60 hücreler %10 FSS eklenmiş RPMI-1640 ortamında kültür edildi. HL-60 hücreleri altı kuyucuklu plaklarda all-trans retinoik asit (ATRA), Kİ-MKH ve ATRA ile birlikte Kİ-MKH ile muamele edilirken, bir kuyucuğa sadece HL60 hücreleri kondu. HL-60 hücrelerinde granülosit alt gruplarına özgü genlerin ifade düzeyleri gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu ile değerlendirildi.
Bulgular: Sonuçlarımız Kİ-MKH’nin insan promiyelositik lösemi hücre dizisi HL-60’ın granülositik farklılaşmasını desteklediğini gösterdi.
Sonuç: Bu çalışmanın bulgularına göre, Kİ-MKH’nin ATRA yan etkilerini azaltıcı ve hatta önleyici etkili bir kaynak olduğu ve kısa ilaç kullanımı süreçlerinde farklılaşmayı uyarabileceği sonucunu çıkarttık. Kİ-MKH etkili bir kaynak olsa da, klinik olgularda bu farklılaşma mekanizmasını iyileştirmek için destekleyici ek çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Mesenchymal stem cells (MSCs) are multipotent stromal cells that can differentiate into a variety of cell types. They control the process of hematopoiesis by secreting regulatory cytokines and growth factors and by the expression of important cell adhesion molecules for cell-to-cell interactions. This investigation was intended to examine the effect of bone marrow (BM)-derived MSCs on the differentiation of HL-60 cells according to morphological evaluation, flow cytometry analysis, and gene expression profile.
Materials and Methods: The BM-MSCs were cultured in Dulbecco’s modified Eagle’s medium supplemented with 10% fetal bovine serum (FBS). After the third passage, the BM-MSCs were irradiated at 30 Gy. To compare how the HL-60 cells differentiated in groups treated differently, HL-60 cells were cultured in RPMI-1640 and supplemented with 10% FBS. The HL-60 cells were seeded into six-well culture plates and treated with all-trans-retinoic acid (ATRA), BM-MSCs, or BM-MSCs in combination with ATRA, while one well remained as untreated HL-60 cells. The expression levels of the granulocyte subsetspecific genes in the HL-60 cells were assayed by real-time polymerase chain reaction.
Results: Our results revealed that BM-MSCs support the granulocytic differentiation of the human promyelocytic leukemia cell line HL-60.
Conclusion: Based on the results of this study, we concluded that BM-MSCs may be an effective resource in reducing or even preventing ATRA’s side effects and may promote differentiation for short medication periods. Though BM-MSCs are effective resources, more complementary studies are necessary to improve this differentiation mechanism in clinical cases.

7.NPM1 Mutation Analysis in Acute Myeloid Leukemia: Comparison of Three Techniques - Sanger Sequencing, Pyrosequencing, and Real-Time Polymerase Chain Reaction
Dushyant Kumar, Anurag Mehta, Manoj Kumar Panigrahi, Sukanta Nath, Kandarpa Kumar Saikia
doi: 10.4274/tjh.2017.0095  Pages 49 - 53
Amaç: Nükleofosmin-1 (NPM1) mutasyonları tanı anında orta risk akut miyeloid lösemi (AML) hastalarında prognostik öneme sahiptir. Hindistan’da, yeni teşhis normal sitogenetiğe sahip AML (CN-AML) hastalarının yaklaşık %30’u NPM1 pozitiftir. Bu çalışmada periferik kan ve kemik iliği örneklerinde NPM1 mutasyonu saptamada kullanılan üç moleküler tekniğin etkinliğini karşılaştırdık.
Gereç ve Yöntem: Tek merkezli bu kohortta, 165 CN-AML kemik iliği/periferik kan örneklerinde NPM1 mutasyon analizi yapıldı. CNAML örneklerinin yaklaşık %30’unda NPM1 mutasyonu saptandı. Mutasyonun taranmasında üç yöntem karşılaştırıldı: Sanger dizileme, pirodizileme, gerçek-zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (PCR).
Bulgular: Tüm CN-AML olgularının 52’sinde (%31,51) NPM1 exon12 mutasyonları gözlendi. Sanger dizileme, pirodizileme ve gerçek zamanlı PCR’nin duyarlılıkları sırasıyla %80, %90 ve %95 iken, özgünlükleri %95, %100 ve %100’dü. Mutasyonun saptanmasında minimum limit Sanger dizileme yöntemi için %20-%30, pirodizilemede %1-5, ve gerçek-zamanlı PCR için %0,1-%1 idi.
Sonuç: Referans yöntemi olan dizileme yöntemi, en düşük duyarlılığa sahiptir ve bazen yorumlaması güçtür. Gerçek-zamanlı PCR mutasyon saptamada yüksek duyarlılığa sahip bir yöntemdir fakat özel mutasyon tipleri için sınırlıdır. Çalışmamızda, pirodizileme yönteminin kolay yorumlanması ve Sanger dizileme yönteminden daha az zaman harcanan işlem olması esasına dayanarak NPM1 mutasyonun saptanmasında en uygun teknik olduğu sonucuna varılmıştır.
Objective: Nucleophosmin-1 (NPM1) mutations have prognostic importance in acute myeloid leukemia (AML) patients with intermediate-risk karyotype at diagnosis. Approximately 30% of newly diagnosed cytogenetically normal AML (CN-AML) patients harbor the NPM1 mutation in India. In this study we compared the efficiency of three molecular techniques in detecting NPM1 mutation in peripheral blood and bone marrow samples.
Materials and Methods: In a single-center cohort we analyzed 165 CN-AML bone marrow/peripheral blood samples for NPM1 mutation analysis. About 30% of the CN-AML samples revealed NPM1 mutations. For the detection, three methods were compared: Sanger sequencing, pyrosequencing, and real-time polymerase chain reaction (PCR).
Results: NPM1 exon 12 mutations were observed in 52 (31.51%) of all CN-AML cases. The sensitivity of Sanger sequencing, pyrosequencing, and real-time PCR was 80%, 90%, and 95%, whereas specificity was 95%, 100%, and 100%, respectively. The minimum limit of mutation detection was 20%-30% for Sanger sequencing, 1%-5% for pyrosequencing, and 0.1%-1% for real-time PCR.
Conclusion: The sequencing method, which is the reference method, has the lowest sensitivity and is sometimes difficult to interpret. Realtime PCR is a highly sensitive method for mutation detection but is limited for specific mutation types. In our study, pyrosequencing emerged as the most suitable technique for the detection of NPM1 mutations on the basis of its easy interpretation and less timeconsuming processes than Sanger sequencing.

8.Incomplete Antibodies May Reduce ABO Cross-Match Incompatibility: A Pilot Study
Mehmet Özen, Soner Yılmaz, Tülin Özkan, Yeşim Özer, Aliye Aysel Pekel, Asuman Sunguroğlu, Günhan Gürman, Önder Arslan
doi: 10.4274/tjh.2016.0504  Pages 54 - 60
Amaç: Tip A ve B kan grubuna sahip insanlar arasında herhangi bir eritrosit nakli öldürücü transfüzyon komplikasyonlarına neden olan antikorlar nedeniyle imkansızdır. İmmün transfüzyon komplikasyonlarını önlemek için transfüzyondan önce çapraz karşılaştırma testi yapılır. Hipotezimiz komplet antikorla ilişkili bağışıklık yanıtını önlemekte antikorun fragman antikor (Fab) parçasının (inkomplet antikor) kullanılabileceğidir. Bu inkomplet antikorların etkinliğini değerlendirmek için de çapraz karşılaştırma testlerini kullanarak bir başlangıç çalışması tasarladık.
Gereç ve Yöntem: Anti-A ve anti-B monoklonal antikorlarını kesmek ve saflaştırmak için sırasıyla pepsin enzimi ve stafilokokal protein A kolonları kullanıldı. A Rh pozitif eritrosit süspansiyonu ile saflaştırılmış anti-A Fab (2) solüsyonu ve B Rh pozitif eritrosit süspansiyonu ile saflaştırılmış anti-B Fab (2) solüsyonu sırasıyla birleştirildi. Çapraz karşılaştırma testleri tüp ve jel santrifügasyon yöntemleri kullanılarak çalışıldı. Sonrasında anti-A ve anti-B Fab (2) antikorlara bağlı aglütinasyon düzeyi ve bunların komplet antikorlarla normalde gözlenen aglütinasyon üzerine etkileri ölçüldü.
Bulgular: Tüp yöntemi ile yapılan çapraz karşılaştırma testinde saflaştırılmış inkomplet anti-A Fab (2) ile A Rh pozitif eritrosit ve anti-B Fab (2) ile B Rh pozitif eritrosit kombinasyonlarında aglütinasyon gözlenmedi. Jel santrifügasyon yöntemi ile yapılan çarpraz karşılaştırma testinde bu aglütinasyon düzeyleri her iki kuyucukta da 1 pozitifti. Fab (2) ile muamele edilen eritrositler komplet antikorla normalde oluşan aglütinasyona da dirençliydiler.
Sonuç: Antikorların Fab (2) fragmanlarının sadece komplet antikorlara kıyasla daha hafif veya negatif reaksiyonu elde etmekte değil, aynı zamanda ABO uyumsuzluğunu azaltmakta da kullanılabileceğini değerlendirdik. İnkomplet antikorlar otoimmün hemolitik anemide bir tedavi seçeneği olabileceği gibi aynı zamanda solid organ veya hematopoeitik kök hücre naklinde kullanılabilir. Bu nedenle in vitro bulguları doğrulamak için in vivo bir çalışma planladık.
Objective: Any erythrocyte transfusion among humans having type A or B blood groups is impossible due to antibodies causing fatal transfusion complications. A cross-match test is performed to prevent immune transfusion complications before transfusion. Our hypothesis is that the fragment antibody (Fab) part of the antibody (incomplete antibody) may be used to prevent an immune stimulus related to the complete antibody. Therefore, we designed a pilot study to evaluate the effectiveness of these incomplete antibodies using cross-match tests.
Materials and Methods: Pepsin enzyme and staphylococcal protein A columns were used to cut anti-A and anti-B monoclonal antibodies and purify their Fab (2) fragments, respectively. An Rh-positive erythrocyte suspension with purified anti-A Fab (2) solution and B Rh-positive erythrocyte suspension with purified anti-B Fab (2) solution were combined correspondingly. Cross-match tests were performed by tube and gel centrifugation methods. The agglutination levels due to the anti-A and anti-B Fab (2) antibodies and their effects on the agglutination normally observed with complete antibodies were then measured.
Results: No agglutination for the purified incomplete anti-A Fab (2) with A Rh+ erythrocyte and anti-B Fab (2) with B Rh+ erythrocyte combinations was observed in the tube cross-match tests. These agglutination levels were 1+ in two wells in the gel centrifugation cross-match tests. Fab (2)-treated erythrocytes were also resistant to the agglutination that normally occurs with complete antibodies.
Conclusion: We determined that the Fab (2) fragments of antibodies may not only be used to obtain a mild or negative reaction when compared to complete antibodies, but they might also be used for decreasing ABO incompatibility. Incomplete antibodies might be a therapeutic option in autoimmune hemolytic anemia and they may also be used in solid organ or hematopoietic stem cell transplantation. Therefore, we have planned an in vivo study to prove these in vitro findings.

BRIEF REPORT
9.Impact of Fluorescent In Situ Hybridization Aberrations and CLLU1 Expression on the Prognosis of Chronic Lymphocytic Leukemia: Presentation of 156 Patients from Turkey
Ümmet Abur, Gönül Oğur, Ömer Salih Akar, Engin Altundağ, Huri Sema Aymelek, Düzgün Özatlı, Mehmet Turgut
doi: 10.4274/tjh.2017.0112  Pages 61 - 65
Amaç: Bu çalışma, bir grup Türk kronik lenfositik lösemi (KLL) hastasında CLLU1 ekspresyonu ve floresan in situ hibridizasyon (FISH) analizinin prognostik etkisini değerlendirmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Yüz elli altı KLL hastası FISH yöntemiyle analiz edildi. Bu 156 hastanın 47’sinde ek olarak CLLU1 ekspresyonu incelendi. Sonuçlar klinik parametrelerle ilişkilendirildi.
Bulgular: FISH aberasyonu, hastaların %62’sinde bulundu. Aberasyonların dağılımı del13q14 (%67), trizomi 12 (%27), del11q22 (%19), del17p (%8) ve 14q32’nin yeniden düzenlenmesi (%20) olarak bulundu. En yüksek mortalite, en kısa sağkalım süresi ve en fazla ilaç kullanımı del11q22 ve del17p grubunda idi. Homozigot 13q14 delesyonu, 14q32 yeniden düzenlenmesi ve yüksek CLLU1 ekspresyonu olan hastalar kısa sağkalıma sahipti.
Sonuç: Sitogenetik/FISH analizi, KLL’nin prognostik değerlendirmesinde ve yeni genetik moleküler belirteçlerin belirlenmesinde halen etkili yöntemlerdir. del11q22, del17p, 14q32 yeniden düzenlenmesi ve homozigot del13q14’ün kötü prognostik etkisi gözden kaçırılmamalıdır. CLLU1’in KLL’de prognostik yeri tartışmalıdır. Çalışmamızda orta-kötü prognostik bir kriter olarak belirmesine rağmen, KLL’de rutin genetik testler arasına girebilmesi için daha fazla veri gereklidir.
Objective: This study evaluates the impact of CLLU1 expression and fluorescent in situ hybridization (FISH) analysis of a group of Turkish chronic lymphocytic leukemia (CLL) patients.
Materials and Methods: A total of 156 CLL patients were analyzed by FISH method; 47 of them were also evaluated for CLLU1 expression. Results were correlated with clinical parameters.
Results: FISH aberrations were found in 62% of patients. These aberrations were del13q14 (67%), trisomy 12 (27%), del11q22 (19%), del17p (8%), and 14q32 rearrangements (20%). Overall del11q22 and del17p were associated with the highest mortality rates, shortest overall survival (OS), and highest need for medication. Homozygous del13q14, 14q32 rearrangements, and higher CLLU1 expression correlated with shorter OS.
Conclusion: Cytogenetics/FISH analysis is still indicated for routine evaluation of CLL. Special consideration is needed for the poor prognostic implications of del11q22, del17p, 14q32 rearrangements, and homozygous del13q14. The impact of CLLU1 expression is not yet clear and it requires more data before becoming routine in genetic testing in CLL patients.

10.Glomerular and Tubular Functions in Children and Adults with Transfusion-Dependent Thalassemia
Agageldi Annayev, Zeynep Karakas, Serap Karaman, Altan Yalciner, Alev Yilmaz, Sevinc Emre
doi: 10.4274/tjh.2017.0266  Pages 66 - 70
Bu çalışmada transfüzyona bağımlı talasemi (TBT) hastalarında böbrek fonksiyonlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Prospektif çalışmaya, 50 TBT ve 30 kontrol grubu dahil edildi. Serum elektrolitleri ve albumin düzeyleri spektrofotometre ile ölçüldü. Serum sistatin-C ve idrar β2-mikroglobülin düzeyleri nefelometrik yöntemle ölçüldü. Otuz sekiz hasta deferasiroks, 8 hasta deferipron alıyordu. Hastaların serum elektrolitleri ve albumin düzeyleri normal sınırlardaydı. İdrar β2mikroglobulin ve serum sistatin-C düzeyleri hasta grubunda kontrol grubundakilere göre anlamlı derecede yüksekti. Serum Cys-C ve idrar β2-mikroglobulin düzeyleri, deferipron kullananlar ve kontrol grubu arasında anlamlı farklılık göstermezken, deferasiroks kullananlarda kontrol grubuna göre daha yüksek bulundu. İdrar β2 mikroglobulin düzeyleri, yüksek doz deferasiroks alan hastalarda, 15-20 mg/kg/ gün deferasiroks alanlara veya kontrol grubuna göre anlamlı şekilde artmıştı. Transfüzyona bağımlı talasemi hastalarında subklinik olarak renal hasar mevcut olabilir.
This study aimed at assessing renal functions in patients with transfusion-dependent thalassemia (TDT). Fifty patients and 30 controls were enrolled in this prospective study. Serum levels of electrolytes and albumin were measured by a spectrophotometer. Serum levels of cystatin-C and urinary levels of β2-microglobulin were measured by nephelometric method. Thirty-eight patients were receiving deferasirox and 8 were on deferiprone. Serum electrolytes and albumin levels of the patients were found to be within normal ranges. Urinary β2-microglobulin and serum cystatin-C levels were significantly higher in patients than controls. They did not significantly differ between the subgroup of patients on deferiprone and the control group, whereas they were found to be higher in patients using deferasirox compared to controls. Urinary β2-microglobulin levels significantly increased in patients who were receiving high-dose deferasirox compared to those who were receiving a daily dose of 15-20 mg/kg or controls. Subclinical renal injury may be present in TDT patients.

IMAGES IN HEMATOLOGY
11.Ascites in the Course of Plasma Cell Myeloma Complicated by AL Amyloidosis
Jakub Debski, Lidia Usnarska - Zubkiewicz, Katarzyna Kapelko- Slowik, Aleksander Pawlus, Urszula Zaleska - Dorobisz, Kazimierz Kuliczkowski
doi: 10.4274/tjh.2016.0262  Pages 71 - 72
Abstract | Full Text PDF

12.Pachymeningeal Involvement with Blindness as the Presenting Manifestation of Non-Hodgkin Lymphoma
Charanpreet Singh, Arjun Lakshman, Aditya Jandial, Sudha Sharma, Ram Nampoothiri, Gaurav Prakash, Pankaj Malhotra
doi: 10.4274/tjh.2016.0404  Pages 73 - 74
Abstract | Full Text PDF

LETTER TO EDITOR
13.Leukoagglutination, Mycoplasma pneumoniae Pneumonia, and EDTA Acid Blood
Beuy Joob, Viroj Wiwanitkit
doi: 10.4274/tjh.2017.0425  Pages 75 - 76
Abstract | Full Text PDF

14.Cyclic Guanosine Monophosphate-Dependent Protein Kinase I Stimulators and Activators Are Therapeutic Alternatives for Sickle Cell Disease
Mohankrishna Ghanta, Elango Panchanathan, Bhaskar Lakkakula
doi: 10.4274/tjh.2017.0407  Pages 77 - 78
Abstract | Full Text PDF

15.Three Factor 11 Mutations Associated with Factor XI Deficiency in a Turkish Family
Veysel Sabri Hançer, Zafer Gökgöz, Murat Büyükdoğan
doi: 10.4274/tjh.2017.0140  Pages 79 - 80
Abstract | Full Text PDF

16.Participation in Physical and Sportive Activities among Adult Turkish People with Hemophilia: A Single-Center Experience
Arni Lehmeier, Muhlis Cem Ar, Sevil Sadri, Mehmet Yürüyen, Zafer Başlar
doi: 10.4274/tjh.2017.0292  Pages 81 - 82
Abstract | Full Text PDF

17.A Lesser Known Side Effect of Tigecycline: Hypofibrinogenemia
Fulya Yılmaz Duran, Halil Yıldırım, Emre Mehmet Şen
doi: 10.4274/tjh.2017.0310  Pages 83 - 84
Abstract | Full Text PDF

18.Effectiveness of Ankaferd BloodStopper in Prophylaxis and Treatment of Oral Mucositis in Childhood Cancers Evaluated with Plasma Citrulline Levels
Türkan Patıroğlu, Nagihan Erdoğ Şahin, Ekrem Ünal, Mustafa Kendirci, Musa Karakukçu, Mehmet Akif Özdemır
doi: 10.4274/tjh.2017.0320  Pages 85 - 86
Abstract | Full Text PDF

19.Late Side Effects of Chemotherapy and Radiotherapy in Early Childhood on the Teeth: Two Case Reports
Sevcihan Günen Yılmaz, İbrahim Şevki Bayrakdar, Seval Bayrak, Yasin Yaşa
doi: 10.4274/tjh.2017.0216  Pages 87 - 88
Abstract | Full Text PDF

20.t(9;19)(q22;p13) in Acute Myelomonocytic Leukemia
Moeinadin Safavi, Akbar Safaei, Marzieh Hosseini
doi: 10.4274/tjh.2017.0368  Pages 89 - 90
Abstract | Full Text PDF

21.Invasive Aspergillosis in Refractory Angioimmunoblastic T-Cell Lymphoma
Prakash N P, Anoop T. M, Rakul Nambiar, Jaisankar Puthusseri, Swapna B
doi: 10.4274/tjh.2017.0236  Page 91
Abstract | Full Text PDF

22.Expansion of a Myeloma-associated Lesion from Orbita to the Cerebrum
Sinan Demircioğlu, Demet Aydoğdu, Özcan Çeneli
doi: 10.4274/tjh.2017.0283  Pages 92 - 93
Abstract | Full Text PDF