E-ISSN: 1308-5263
Turk J Hematol: 20 (2)
Volume: 20  Issue: 2 - 2003
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH ARTICLE
1.Using PCR and Real-Time PCR (LightCycler) for Diagnosis and Follow up of Invasive Fungal Infections in Patients with Hematological Malignancies and Transplantation
Nilgün Işık, Ken Mills
Pages 63 - 68
Yüksek mortalite ve morbiditeye sahip olan hematolojik maligniteli ve nakil yapılmış hastalarda, invaziv fungal infeksiyonların tanısı ve izlenmesi için yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip moleküler biyolojik tekniklerin kullanılması gündemdedir. Bu çalışmada hastalardan immünyetmezlik dönemde alınan kan örneklerinden fungal DNA izole edildi. PCR için üniversal fungal primerler kullanıldı. PCR ile pozitif bulunan 20 olguda real-time PCR ile DNA miktarı ölçüldü. Real-time PCR’de Aspergillus kolonileri kontrol olarak kullanıldı. DNA miktar ölçümü Sybr Green I ile yapıldı. Standart dilüsyon serileri ve ekstraksiyon örnekleri real-time PCR ile aynı zamanda ölçüldü. DNA miktar ölçümleri, birinci gün ve 15. gün örneklerinde LightCycler ile yapıldı. Bu iki örnekteki real-time PCR sonuçları karşılaştırıldı. Fungal DNA’nın beş olguda arttığı, altı olguda azaldığı dokuz olguda aynı kaldığı görüldü. Bu bulgular real-time PCR’nin diğer kantitatif PCR yöntemlerine göre daha duyarlı ve özgül olduğunu ve diğer sistemlerden hızlı olduğunu göstermektedir. Halen araştırmacılar bu yöntemi hastanın durumu hakkında erken bilgi vermesi, infeksiyonların erken tanısı ve tedavinin izlenmesinde kullanılabilmesi nedeni ile tercih etmektedir. Fungal infeksiyonların tanısında seri PCR örneklerinin izlenmesi ve diğer konvansiyonel yöntemlerin de kullanılması yararlı olacaktır.Yüksek mortalite ve morbiditeye sahip olan hematolojik maligniteli ve nakil yapılmış hastalarda, invaziv fungal infeksiyonların tanısı ve izlenmesi için yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip moleküler biyolojik tekniklerin kullanılması gündemdedir. Bu çalışmada hastalardan immünyetmezlik dönemde alınan kan örneklerinden fungal DNA izole edildi. PCR için üniversal fungal primerler kullanıldı. PCR ile pozitif bulunan 20 olguda real-time PCR ile DNA miktarı ölçüldü. Real-time PCR’de Aspergillus kolonileri kontrol olarak kullanıldı. DNA miktar ölçümü Sybr Green I ile yapıldı. Standart dilüsyon serileri ve ekstraksiyon örnekleri real-time PCR ile aynı zamanda ölçüldü. DNA miktar ölçümleri, birinci gün ve 15. gün örneklerinde LightCycler ile yapıldı. Bu iki örnekteki real-time PCR sonuçları karşılaştırıldı. Fungal DNA’nın beş olguda arttığı, altı olguda azaldığı dokuz olguda aynı kaldığı görüldü. Bu bulgular real-time PCR’nin diğer kantitatif PCR yöntemlerine göre daha duyarlı ve özgül olduğunu ve diğer sistemlerden hızlı olduğunu göstermektedir. Halen araştırmacılar bu yöntemi hastanın durumu hakkında erken bilgi vermesi, infeksiyonların erken tanısı ve tedavinin izlenmesinde kullanılabilmesi nedeni ile tercih etmektedir. Fungal infeksiyonların tanısında seri PCR örneklerinin izlenmesi ve diğer konvansiyonel yöntemlerin de kullanılması yararlı olacaktır.
In modern medicine, for early diagnosis of infections, tests that have high specificity and sensitivity should be preferred. For this reason, especially for patients with hematological malignancies and transplantation, that have high mortality and morbidity ratios, some molecular biological techniques are coming into use today for differential diagnosis and follow up of invasive fungal infections. In the coming years it will become easier to early diagnose and also to plan optimal treatments, by using these techniques for diagnosis of fungal infections. In this study, we made fungal DNA isolation from blood samples, which were taken from patients, in immunodeficiency state, with hematological malignancies and transplantation. For polymerase chain reaction (PCR), we used universal fungal primers. By using real-time PCR samples from 20 patients, which were found positive by PCR, the amount of DNA was measured. In real-time PCR, we used Aspergillus colonies as our standard, and for this purpose, SDA petri dishes were incubated for 72 hours at 30°C and; 101-106 cfu/mL serial dilutions were made by using hemocytometry. We performed DNA isolation and PCR from these dilutions. Fungal species specific products giving one band of 500 bp, were fixed in 2% agarose gel. We measured the DNA amounts by real-time PCR by using Sybr Green I. Standard dilution series and extraction samples were studied at the same time by real-time PCR. Measurement of the DNA quantities in the separate samples, one at the time of first day and the other after 15 days were interpreted by the LightCycler system. Results of real-time PCR in these two different samples were compared; it was noted that fungal DNA was increased in 5, decreased in 6 and equivalent in 9 patients. These findings showed that real-time PCR is a new, specific and a sensitive method among the other quantitative PCR systems. This method was also quicker than the other quantitative PCR systems. Currently, the investigators prefer this method because, it gives early idea about patient condition, for early diagnosis of infections and treatment patients who are under risk of some kind of infection, and for follow up treatment results. Additionally for diagnosis of fungal infections serial samples in PCR, together with other conventional diagnostic methods, should used.

2.Therapeutic Trial of Cobalamin in Patients with Normal Serum Cobalamin Levels and Predicted Cobalamin Deficiency
S. Sami Kartı, Siret Ratıp, Mustafa Yılmaz, Kubilay Ukınç, Asım Örem, Cafer Adıgüzel, Faysal Dane, Nurten Kandemir, Ercüment Ovalı, Mahmut Bayık
Pages 69 - 74
Değişken klinik prezentasyon ve spesifik laboratuvar bulgularının olmaması nedeniyle kobalamin eksikliğinin tanısı zor olabilir. Kobalamin eksikliğinde hipersegmentasyon ve makrositoz önemli bulgular olmasına rağmen sensitivite ve spesifiteleri düşüktür. Ayrıca ticari kitlerle serum kobalamin düzeylerinin ölçümünün güvenilir olmaması tanıyı daha da zorlaştırabilir. Homosistein ve metilmalonik asit gibi metabolitlerin ölçümünün oldukça pahalı olması yaygın kullanımını engellemektedir. Bu çalışmadaki amaç, genel pratikte sık rastlanan bu klinik tabloda daha kolay ve daha ucuz bir tanı ve tedavi stratejisi uygulamaktır. Retrospektif olarak kobalamin eksikliği tanısı konmuş 50 hasta değerlendirildi. Sekiz (%16) hastada hastaneye başvurduğu esnada kobalamin seviyeleri normaldi. Bu hastaların hepsinde kobalamin tedavisinin yedinci gününde retikülosit krizi gözlendi ve tedavinin üçüncü ayının sonunda bütün hematolojik parametreleri normale döndü. Klinik ve laboratuvar bulguları ile megaloblastik anemi düşünülen hastalarda serum kobalamin seviyeleri normal olsa bile, kobalamin ile deneme tedavisi hem ekonomiktir hem de tanının gecikmesini önler.
Değişken klinik prezentasyon ve spesifik laboratuvar bulgularının olmaması nedeniyle kobalamin eksikliğinin tanısı zor olabilir. Kobalamin eksikliğinde hipersegmentasyon ve makrositoz önemli bulgular olmasına rağmen sensitivite ve spesifiteleri düşüktür. Ayrıca ticari kitlerle serum kobalamin düzeylerinin ölçümünün güvenilir olmaması tanıyı daha da zorlaştırabilir. Homosistein ve metilmalonik asit gibi metabolitlerin ölçümünün oldukça pahalı olması yaygın kullanımını engellemektedir. Bu çalışmadaki amaç, genel pratikte sık rastlanan bu klinik tabloda daha kolay ve daha ucuz bir tanı ve tedavi stratejisi uygulamaktır. Retrospektif olarak kobalamin eksikliği tanısı konmuş 50 hasta değerlendirildi. Sekiz (%16) hastada hastaneye başvurduğu esnada kobalamin seviyeleri normaldi. Bu hastaların hepsinde kobalamin tedavisinin yedinci gününde retikülosit krizi gözlendi ve tedavinin üçüncü ayının sonunda bütün hematolojik parametreleri normale döndü. Klinik ve laboratuvar bulguları ile megaloblastik anemi düşünülen hastalarda serum kobalamin seviyeleri normal olsa bile, kobalamin ile deneme tedavisi hem ekonomiktir hem de tanının gecikmesini önler.

3.C-Reactive Protein in the Follow-up and Estimation of Infections in Acute Leukemic Patients
Vahap Aslan, O. Meltem Akay, Zafer Gülbaş
Pages 75 - 80
Akut lösemi tanısı almış 26 hastada 55 febrilnötropenik atak C-reaktif protein (CRP) ile izlendi. Serum CRP düzeyi febril olmayan dönemde 0.89 mg/dL iken febril dönemde 9.57 mg/dL bulundu (p= 0.0001). Ateşin antipsödomonal beta-laktam antibiyotik ve aminoglikozid ile düştüğü hastalarda CRP düzeyleri normale indi (p= 0.01) ancak eteşi devam eden ve vankomisin ya da amfoterisin-B eklenmesi gerekenlerde yüksek kaldı. Ateşin düşmesi ile serum CRP düzeyleri 5 mg/dL altında ve 15 mg/dL üstünde olanlarda fark saptandı (p= 0.04). Febril nötropenik hastalarda önce ve sonra serum CRP düzey tayini izleme ve değerlendirilmesi için akut lösemik hastalarda yararlıdır.
Fifty-five febrile neutropenic episodes were monitored by C-reactive protein (CRP) in 26 patients with acute leukemia. In nonfebrile period of patients, serum CRP level was 0.89 mg/dL (range 0.1-8.8 mg/dL) while it was found to be raised to 9.57 mg/dL (range 0.5-24.1 mg/dL) in the febrile group (p= 0.0001). Serum CRP level at the onset of fever was 9.25 mg/dL (range 0.1-16.2 mg/dL) in patients in whom fever was treated succesfully with antipseudomonal beta-lactam antibiotic and aminoglycoside therapy declined to normal levels (p= 0.01); 17.0 mg/dL (range 5.2-33.5 mg/dL) in patients still persisting fever with this combined therapy and so obtained vancomycin (p= 0.001); 16.6 mg/dL (range 0-38.7 mg/dL) in patients required amphotericin B in addition (p= 0.001). In the initial febrile episode; fever resolved at day 3.3 ± 1.21 in patients with serum CRP value below 5 mg/dL; at day 4.42 ± 1.88 in patients with serum CRP value between 10-15 mg/dL; at day 5.14 ± 1.68 in patients with serum CRP value above 15 mg/dL. There was no statistical difference at the time of fever resolution among the first three groups. There was a remarkable difference between groups with CRP values below 5 mg/dL and above 15 mg/dL (p= 0.04). We conclude that determination of serum CRP level before and after infection in febrile neutropenic patients is useful for the follow-up and estimation of febrile neutropenic episode in acute leukemic patients.

4.Anti-HTLV-I/II Seroprevalence in Healthy Blood Donors in İzmir, Turkey
Rüçhan Yazan Sertöz, Selda Erensoy, Halime Özçam, İmre Altuğlu, Meltem Taşbakan, Mahmut Töbü, Altınay Bilgiç
Pages 81 - 83
Türkiye, Izmir’de Sağlıklı Kan Donörlerinde Anti-HTLV-I/II Seroprevalansı Human T-cell lymphotropic virus tip I (HTLV-I), özellikle erişkin T-hücreli lösemi/lenfoma olmak üzere malign hastalıklarla ilişkisi gösterilen ilk insan retrovirüsüdür. HTLV-I başka hastalıklarla da ilişkilidir. HTLV-I dünyada yaygın olup, en önemli endemik bölgeler Karayipler ve Güney Japonya’dır. HTLV-II, HTLV-I ile belirgin genomik homolojisi olan bir retrovirüstür ancar patojen olduğu gösterilememiştir. En önemli geçiş yolları kan transfüzyonu, anne sütü ve cinsel bulaştır. Bu çalışmada, Ege Üniversitesi Hastanesi’ne başvuran sağlıklı bireylerde HTLV I/II seroprevalansını çalıştık. Dokuzyüzonüç sağlıklı vericinin serumlarında anti-HTLV-I/II antikor bakıldı. Serum örnekleri enzim immünoassay (EIA) ile çalışıldı. Dokuzyüzonüç olgunun tümü seronegatif bulundu. Bu bulgular bu durumda kan ürünlerinin HTLV-I/II için taranmasının gerekli olmadığını gösterdi.
Human T-cell lymphotropic virus type I (HTLV-I) is the first human retrovirus to be associated with malignant disease-namely, adult T-cell leukemia/lymphoma. HTLV-I has also been associated with several diseases. HTLV-I has a worldwide distribution with major endemic foci in the Caribbean and Southern Japan. HTLV-II is a closely related retrovirus that shares considerable genomic homology with HTLV-I but has not been proven to be a pathogen. Major routes of transmission are blood transfusion, breast milk and sexual activity. In this study, we examined the seroprevalance of HTLV-I/II among healthy blood donors attended to Ege University Hospital in Izmir. 913 healthy blood donors were examined for the presence of anti-HTLV-I/II antibody in their sera. Serum specimens were tested with an enzyme immunoassay (EIA) (Organon Teknika, Vironostika HTLV-I/II Microelisa System, Holland). All of the 913 healthy blood donors were seronegative with EIA. These findings indicate that screening of blood donors for HTLV I/II is not necessary at present time.

5.Prevalence of Hepatitis G Virus in Blood Donors and Recipients
Hasan Kaya, Fuat Erdem, M. Fevzi Polat, İlhami Kıkı, Mehmet Gündoğdu, Fatih Özçıçek
Pages 85 - 90
Kan Ürünü Verici ve Alıcılarında Hepatit G Virüs Prevalansı Bu yazıda, çok sayıda kan ürünü alan hastalar ve vericilerinde hepatit G virüs prevalansını ve hepatit C virüs (HCV) infeksiyonunu inceledik. Çok sayıda kan ürünü alan 80 hasta ve kontrol grubu olarak 70 kan ürünü vericisi çalışmaya alındı. HGV RNA serumda PCR ile belirlendi. Hastaların üçünde (%3.7) ve vericilerin birinde (%1.4) HGV RNA pozitif bulundu. Istatistik analiz gruplar arasında fark göstermedi (p> 0.05). Her iki grupta da HGV ve HCV infeksiyon birlikteliği gösterilmedi. Her ne kadar pek çok çalışmada HGV infeksiyonu için en önemli risk faktörü kan transfüzyonu olarak gösterilmekte ise de bu çalışmada bu ilişki gösterilemedi.
We evaluated the prevalence of hepatitis G virus (HGV) infection in patients who had received multiple blood components and in blood donors and the possible coinfection with hepatitis C virus (HCV). Eighty patients who had received multiple blood components and 70 eligible blood donors, as controls were included in this study. HGV RNA was determined by reverse polymerase chain reaction in serum. HGV-RNA was detected in three (3.7%) of patients and in one (1.4%) of controls. Statistical analysis showed no difference between the groups (p> 0.05). HGV and HCV coinfection was not observed in both patient and control groups. Although the most important risk factor for HGV infection was found to be blood transfusions in various studies, this study showed that there is not significant relationship between blood components transfusion and HGV infection.

CASE REPORT
6.Agranulocytosis: A Rare Complication of Infectious Mononucleosis and Recovery After IVIG Therapy
Akgün Ölmez, Fatma Gümrük, Mehmet Ceyhan, İlhan Tezcan
Pages 91 - 93
Altı yaşında bir erkek çocuk, infeksiyöz mononükleozun başlangıcından dört hafta sonra akut agranülositoz ile hastaneye getirildi. Kemik iliği aspirasyonu miyeloid seride maturasyon duraklaması gösterdi. Hastaneye yatırılan hastaya, yatışının üçüncü günü, iki gün süre ile intravenöz immünglobulin (400 mg/kg/gün) başlandı. Beyaz küre sayısı beşinci gün 4200/mm3 (PMNL: 1176/mm3)’e yükseldi. Bu da intravenöz immünglobulinin infeksiyöz mononükleozun nadir komplikayonlarından biri olan agranülositozda etkili olabileceğini göstermektedir.
A six-year-old boy was admitted with acute agranulocytosis four weeks after the onset of infectious mononucleosis. His bone marrow aspiration revealed maturation arrest of myeloid series. He was hospitalized for agranulocytosis and he was put on intravenous immunoglobulin (IVIG) (400 mg/kg/day) on the third day of hospitalization for two days. His white blood cell count increased to 4200/mm3 (1176 PMNL absolutely) on the fifth day. This may suggest that IVIG therapy may be effective for early recovery from agranulocytosis which is a very rare complication of infectious mononucleosis.

7.Successful Treatment of Infection- Associated Hemophagocytic Syndrome with Intravenous Immunoglobulin
Hale Ören, Hüseyin Gülen, Canan Uçar, Murat Duman, Gülersu İrken
Pages 95 - 99
Hemofagositik sendrom, ateş, hepatosplenomegali, sitopeni, hipertrigliseridemi, kemik iliği, dalak ve lenf bezlerinde hemofagositoz gibi bir grup klinik, laboratuvar ve histopatolojik bulgu ile karakterize nadir bir hastalıktır. Primer veya sekonder olabilir. Primer tipine familyal eritrofagositik lenfohistiyositoz adı verilir. Sekonder tip ise sıklıkla bir viral infeksiyona eşlik eder ve infeksiyona bağlı hemofagositik sendrom (IAHS) adı da verilir. Bu hastalarda hızlı tanı önemlidir, çünkü bu iki tip arasında tedavi stratejileri farklıdır ve mortalite hızı yüksektir. Bu yazıda IAHS’li iki çocuğun klinik ve laboratuvar bulguları ve sonuçlarını sunarak, intravenöz immünglobulin tedavinin ve ekren tanının önemini vurgulamaya çalıştık.
Hemophagocytic syndrome is a rare disorder characterized by a group of clinical, laboratory and histopathological findings such as fever, hepatosplenomegaly, cytopenia, hypertriglyceridemia, and hemophagocytosis in the bone marrow, spleen, and lymph nodes. Hemophagocytic syndrome may occur as a primary or secondary disease. Primary type of hemophagocytic syndrome is also known as familial erythrophagocytic lymphohistiocytosis and secondary type is mostly associated with an viral infection and known as infection-associated hemophagocytic syndrome (IAHS). Rapid diagnosis is very important in these patients since suggested treatment strategies for the two types have been different and mortality rate is very high. In this report we present the clinical and laboratory findings and the outcome of two children with IAHS to emphasize the importance of early diagnosis and the effectiveness of intravenous immunoglobulin therapy in these patients.

8.Anaplastic T-Cell Lymphoma Associated with Hemophagocytic Syndrome: A Case Report
Fahri Şahin, Münir Buke, Güray Saydam, Devrim Bozkurt, Saliha Soydan
Pages 101 - 106
Hemofagositik sendrom (HPS) sıklıkla malign ve infeksiyöz hastalıklara eşlik eder. Bu klinik sendromun sebep ve prognozu altta yatan hastalığa bağlıdır. Tedavi de altta yatan hastalığa göre düzenlenmelidir. HSP’ye eşlik eden non-Hodgkin lenfoma’ya sık rastlanırken, anaplastik T-hücreli lenfoma çok seyrek bildirilmiştir. Bu yazıda ateş ve lenfadenopati ile gelen 16 yaşında bir kadında Ki-1+ anaplastik T-hücreli lenfomaya eşlik eden HPS sunulmaktadır.
Hemophagocytic syndrome (HPS) is mostly associated with malignant and infectious diseases. The causes and prognosis of this clinical syndrome depend on the underlying disease. And also treatment of this disease must be arranged according to the underlying causes. While non-Hodgkin’s lymphomas (NHL) associated with HPS has been frequently observed, anaplastic T-cell NHL associated with HPS has been rarely reported. In this article we report a case of Ki-1+ anaplastic T-cell lymphoma associated with HPS in a 16-year-old woman who presented with fever and lymphadenopathy.

9.Hypereosinophilia as a Preclinical Sign of Tongue Squamous Cell Cancer in a Gastric Cancer Patient with Complete Remission
Hasan Şenol Coşkun, Özlem Er, Fatih Tanrıverdi, Mustafa Altınbaş
Pages 107 - 110
Her ne kadar allerjik ve paraziter hastalıklar eozinofilinin en sık sebepleri ise de, eozinofili malign hastalıklara eşlik edebilir. Çalışmalar bu durumda, eozinofilinin nedeninin tümörün yayılması veya nekrozu olduğunu göstermektedir. Bu makalede sunduğumuz olgu gastrik kanser ameliyatından 10 ay sonra kemik iliği ve ciltte ciddi eozinofili ve eozinofili infiltrasyonu göstermiş ve steroide yanıt vermiştir. Üç ay sonra ikincil malignite olarak dil skuamöz hücreli kanseri geliştiren hastada, eozinofilinin ikincil kanserin erken bulgusu olarak görüldüğünü düşünmekteyiz.
Although parasitic infestations and allergic disorders are the most common causes of eosinophilia it may also occompany malignant diseases. Many studies suggested that eosinophilia is related to tumor dissemination or necrosis. We are presenting a case; 10 months after gastric carcinoma operation who had severe eosinophilia with bone marrow and skin infiltration that gave response to steroid therapy. After three months, tongue squamous cell carsinoma as a second malignancy occurred in our patient that the eosinophilia could be the preclinical sign of the second cancer.

IMAGES IN HEMATOLOGY
10.CLL and squamous cell cancer of the auricula
Turgay Fen
Page 111
Abstract | Full Text PDF